09 Mart 2010

nanik!

Dna denilen yazilim kisiye mahsus... Ne var ki kimimizde vista, kimimizde leopard gibi zuhur ediyor. Yazilimin service pack'leri cesit cesit; cok iyi bir taban yazilimin olmasa dahi musterilerin begenisini kazanmak icin seneler icinde bunlardan yukle yukleyebildigin kadar... Makine eskimeden yapsan iyi olur tabii. Her ne kadar simdiki makineler eskilerin yerini tutmuyor geyigine ragbet eden coksa da ,inanma, acele et!
Fakat ne yaparsan yap o ilk yuklenen yazilim makine isledigi muddetce her seye burnunu sokar... Kapatmak istedigin sayfalari kapayamaz, acmak istediklerini acamazsin; bazi sayfalar vardir ki onlari acmaya sayisiz service pack yetmez. Baska yazilimlarla sorunsuz yuruyen islemler seninkinde yurumez. Makinenin basinda o sayfalarin acilmasi,islemlerin yapilmasi icin saatlerce zaman harcar, yapmadik sey birakmazsin.
Sistem durmadan hata verir: nanik!

24 Mayıs 2009

"Vızzzzzzzzz" Gelir...!

Dün gece bir sivrisinek tüm hayat görüşümü kökten değiştirdi. Gecenin köründe bir aydınlanma yaşadım ki sormayın…

Günlerdir aklımda yazacak onca şey varken, hatta birkaçını da yazıp bitirmişken; hepsinden vazgeçtim ve sizlere bu aydınlanmamı paylaşmak istedim… Dün gece fark etim ki; yok teknolojik gelişmeymiş yok modern hayatmış, yok 21. Yüzyılmış… arkadaş hepsi palavra…”. “Bu başlık ne? neden bahsediyorsun ? ne modern hayatı..” diyenler şöyle buyursun…

Gece 2 civarında evime dönerken yolda bazı mahallelerde elektriğin kesik olduğunu görüp; “asansörsüz nasıl yukarı çıkacağım” diye aklımdan geçirmeye başladığımda maalesef ki sorunun bir asansörden ibaret olmadığını düşünememiştim. Hoş; eve geldiğimde hiçbir sorun yoktu. Yorgun ve tembel bedenimi asansör 2. Kata çıkardıktan sonra, son bir çabayla odama vardım. Her zaman ki gibi bilgisayarın düğmesine basıp onun açılması sırasında elimi yüzümü yıkayıp geri dönecektim. Fakat bilgisayarın düğmesine basmamla elektriklerin gitmesi bir oldu. İşte gelen bu karanlığın benim aydınlanmamın habercisi olduğunu o sırada nerden bilebilirdim ki…

Modern insan evladı elektriğin gidip hayatının karardığı bu anda o kadar acizdir ki; o’nu bu düştüğü durumda teselli edebilecek tek şey elektriğin gittiği gibi bir an önce geri geleceği inancıdır. En kötü durumda; az sonra yatıp uyuyacak ve sabah kalktığında kurulu düzeni tekrar tıkır tıkır işliyor bulacaktır. Ben de zaten aynen öyle düşünmüştüm fakat bir sivrisinek bu kurulu inancımı bir daha onarılamaz biçimde temelinden yıktı. Sözü kahraman sivrisineğimize getirmeden önce biraz elektrik kesintisinde afallayan modern insandan bahsetmek istiyorum.

Söze girerken “Televizyon, bilgisayar, telefon.. hayatımızın vazgeçilmezi olan bu araçlar o kadar gereksizlerdir ki….” gibi protest ilk okul kompozisyonu tadında söylemler seçmeyeceğim elbette. Zaten derdim bu araçların ne olup olmadığından ziyade insanın bu araçları kullanamadığında düştüğü o boşluk duygusu.

İnsan evladı o elektriklerin gittiği anda “aman nasılsa sabaha gelir, dizimi de sonra tekrardan izlerim gideyim de yatayım” dememişse; bir mumun etrafına toplanıp otururken canı sıkılacak ve düşünmeye mecbur kalacaktır.

Ben de mecbur kaldım zaten… Ama daha önce defalarca o mumun etrafında oturmaktan sıkıldığım için dün gece bir an önce yatmaya karar verdim . Aklım internetten indireceğim dizide kalmıştı ama yatacaktım. Zar zor; ışıldak şurada… mum burada.. fener nerde.. derken dişimi fırçaladım üstümü değiştirdim. Artık yatıp uyuyacak ve elektriklerin sabaha gelmiş olacağını umacaktım… İşte bunları düşünüp tam uykuya dalacaktım ki “O” modern insana tokadını atmak için kulağımdan vızıldayarak geçti…

Evet elektrikler olsaydı o sineği öldürmem takriben 5 dakikamı alacaktı. Fakat o kadar acizdim ki. Mumun bittiği ışıldakların söndüğü şu anda o sivrisinekle baş edemiyordum. Rahatsız eden sesiyle kafamda dönüp uyutmuyordu beni. Bırakın o sesi; artık ben göremeden hissedemeden elimi kolumu ısırmaya da başlamıştı. Resmen alay ediyordu benimle. Bakın şaka değil burada 4 5 saatten bahsediyorum. O küçük yaratık saatlerce dalga geçti benimle. Birazcık ışığa ihtiyacım vardı. Sadece 5 dakikalık bir aydınlık onun işini bitirmeme yetecekti ama olmadı. Uykuya dalamıyor olmanın sinir bozukluğuyla yastığı bir oyana bir buyana savurmaya başladım. Belki bir şekilde denk gelirde öldürürüm diye. Ama nafile her defasında 5 dakikalık bir sessizlikten sonra gene o vızıldamasıyla ortaya çıkıyor ve gene vücudunum bir yerinde bir sızı ile ısırıldığımı fark ediyordum. O ısırıklara en iyi gelecek şey soğuk suya tutmaktı. Doğrulup el yordamıyla musluğa doğru ilerlerken şuan çişimi yapmanın bile ne kadar zor bir iş olduğunu fark ettim. Musluğu açıp elimi yüzümü yıkadım. Serinlik o ısırıkların kaşıntısını dindirmiş; biraz olsun sinirlerimi de yatıştırmıştı. Yatağıma döndüğümde tek bir dileğim vardı artık çaresizce sadece uyumak istiyordum. Beni uyandırmadığı sürece litrelerce kanımı emebilirdi.


O küçük sinek düşünmeden uyumama izin vermemişti… O an bir sivrisinek sayesinde bağlandığım şeyler yüzünden gerçek ihtiyaçlarımdan ne kadar uzak olduğumu fark ettim… İnsanın “vazgeçilmezler listesi” hızla kabarırken O sivri sinek pek çok şeyi hatırlatmış oldu…



Sevgili okur bu yazımı o kahraman sineğe adadım kendisini sabah aradım bulamadım. Bir sineğe böyle methiyeler yazılır mı diyenleriniz varsa hala kınıyorum. En kısa zamanda elektriklerin kesildiği bir gün oturup düşünmesini diliyorum.




Sağlıcakla kalın… Görüşmek üzere

NOT: Ana fikri son paragrafında olan bir yazı yazdığım için evet yüzüm kızarıyor… Bir başka klişede daha görüşmek dileğiyle sağlıcakla kalın =)

23 Mayıs 2009

Bir gün daha..

Saat 07:19

"Takkk!". Apartmanda yankılanan bir kapı çarpma sesi. Muftakta bebeğine mama hazırlayan kadın kendi kendine söyleniyor. Karşı dairedeki gencin her sabah kapıyı çarparak evden çıkmasına artık dayanamayacak durumda, karşılaştıklarında mutlaka onu uyarmalı. Göz ucuyla pencereden dışarı bakıyor, işte orada, koşar adımlarla gidiyor. Heralde geç kalmış. Hıh! Üstünde sadece bir penye var, üşüyecek.

Saat 07:26

"Hadiii Yalçın!". Sigarasından uzun bir nefes alıp, atıyor yere. Araba daha boş sayılır, ama
yine de çıkacak yola; sıra ile bu işler. Tamam diyor amirine, çeviriyor kontağı. Arkadan, sabırsız madeni paralar gönderiliyor, yanlarında ikişer kelimelik notlarıyla. "Bi üsküdar", "iki karfur"... Önündeki durağa doğru, yavaşça sürüyor minibüsü, kazanacağı her saniye, yeni müşteriler getirebilir. Duruyor durakta, bağırıyor istikametini, alışkanlıkla son kez arkasını dönüp sokağın köşesine bakıyor. İşte orada, elini kaldırmış, koşan çantalı çocuk. Sırıtıyor, kimbilir kaç kere böyle müşteri yakaladı; penyeli genç delikanlının cüzdanından çıkan jilet gibi beşliği alırken, halinden memnun. İşini biliyor.

Saat 08:12

"Yuh be kardeşim!". Böyle bağırdı Üsküdar Beşiktaş motor iskelesindeki görevli. Mevsimler değişirken, başının üstünde bulutlar yerini parlak gökyüzüne bırakırken; o hep, her sabah olduğu yerde. Üzerine taarruza geçmiş takım elbiseli orduyu göğüslüyor. Kendinden emin, - öyle de olmalı - kalkmakta olan motora yetişmeye çalışan geç kalmışları daha da geç kalmaları için boş motora binmeye ikna etmeli. Uzaktan görüyor düşmanını, yılların tecrübe kazandırdığı gözleriyle. Koşan, çantalı genç, belli ki çok geç kalanlardan. Bakıyor arkasındaki motora, bir bölük takım elbiseli yüklenmiş bile, düdüğünü çalıyor. Dönüyor arkasını, gözgöze geliyorlar, kesin kalkan motora binmeye çalışacak. Diğer motora diye sesleniyor, çocuk üstüne geliyor. Yorulmuş gögsünü öne çıkartıyor, onu durduracak, genç koşarak yanında geçiyor, çok hızlı. Penyeli genç iskeleden ayrılan motora atlarken, görevli arkasından bağırıyor.

Saat 08:17

"Geç kaldım". Beşiktaş yolundaki servis şöförü göz ucuyla saate bakarken aklında bu cümle var. İki dakika önce iskele önünde olup, üniversitelileri alması gerekiyordu, oysa ancak ulaştı Barbaros yokuşundaki Ortaköy sapağına. Işığı beklerken ertafına bakınıyor, yine çok trafik var. Yeşil yanıyor, yollanıyor iskeleye doğru; sürerken ekmek teknesini bir yandan denize bakıyor, yeni bir motor kıyıya yanaşıyor. Vardı sonunda, açıyor kapıyı. Giriyor birer birer genç yolcuları, bir tanesi nefes nefese. Çocuğun üstünde sırf bir penye var.


Gözlerim kapalı, nefesimi düzenlemeye çalışıyorum. Açıyorum gözlerimi, evet hala servisteyim. Sanırım bu bir rekor, ya da uzun zaman sonra ilk kez şanslıyım. Servis geç kalmasa yetişemezdim. Zincirlikuyu'ya doğru giderken, pencereden izliyorum İstanbul'u, her gün yollarında en az dört saatimi geçirdiğim şehri. Kafamda tartmaya çalışıyorum benden alıp, bana verdiklerini. Terazi zaten hatalı, biliyorum ki O asla kaybetmeyecek ve ben O'nu terketmeyeceğim.

Biz, bu şehrin yollarının aşındırıcıları, bağımlı gibi, pısırık bir sevgili gibi, gece gündüz O'nun koynunda yaşamaya devam edeceğiz. Halimizden şikayet ederek, ama kanarak hep güzelliğine...



20 Mayıs 2009

İnsan ilişkileri ve iletişim

İnsan ilişkileri ve insanların birbirleriyle veyahut çevreleriyle iletişim halinde bulunmaları doğanın getirdiği yazısız bir kuraldır. Öncelikle insan ilişkileri ve iletişimin nasıl olduğu ya da olmasını gerektiğini tartışmak için insan ve iletişim kavramlarını açıklamak da fayda görüyorum.


İnsan, dik duruşa, görece gelişmiş bir beyine, soyut düşünme yeteneğine, konuşma (dil kullanma) kabiliyetine,alet kullanma ve üretme becerisine sahip primat türüdür, diğer yandan iletişim, iletilen bilginin hem gönderici hem de alıcı tarafından anlaşıldığı ortamdabilginin bir göndericiden bir alıcıya aktarılma sürecidir. Bu iki kavramdan da görüldüğü üzere insanın iletişime ihtiyacı vardır fakat iletişim için ille de insana ihtiyaç yoktur, zira iletişim algısı kuvvetli hayvanlar arasında da gerçekleştirilebilecek bir olgudur. Bu noktada konuya insan yönünden yaklaşmak istiyorum neden insanlar iletişime ihtiyaç duyar ve bu iletişim insan ilişkilerini nasıl etkiler?

Şimdi bir düşünün ilişki deyince aklımıza neler geliyor. İlk olarak kız-erkek ilişkileri, aile ilişkileri, iş arkadaş ve çevresiyle olan ilişkiler, sosyal çevre vesaire diye uzayıp gidebilen bir liste. Bu ilişkilerinizden herhangi biri ya da birkaçı bozuksa veya zaman zaman artık konuşmanın bir işe yaramadığını düşünüyorsanız, buyurun yazımı dikkatlice okuyun, çünkü şuana kadar yaptığım gözlemlere ben bu bozukluklara neden olabilecek birkaç sebep ve sonuç buldum ve bunları sizlerle paylaşmak istedim.


Hangi ilişki için konuşursak konuşalım, ilişkinin var olmasını sağlayan en az iki tane insandan bahsetmek gerekir. Bahsedilen iki insandan istenen, uzun vadede uzlaşmacı bir tavırla birbirleriyle saygılı bir şekilde iletişime geçmeleri ve yapmaları gerekenleri uyum içinde ve huzur ortamında iki tarafında keyif alabileceği bir şekilde ifa etmeleridir. Buraya kadar her şey çok kolay gibi gözükebilir ama unutulmamalıdır ki insanoğlu doğası gereği bencildir. Sen ben ya da o diye konuşmuyorum dikkat edin, en başta yazdığım insan kavramının içine giren her varlık bencildir. Bencillik de insana savunma mekanizmasını yükseltme, kendini her durumda ön plana çıkarma, bütün dikkatleri üzerine çekme gibi istekler uyandırır, hepimizin yakından tanıdığı egomuzu şişirmek de cabası. İşte çoğu ilişki bu bencillikten dolayı çok darbe alır. Çünkü bencillik çoğu zaman empati yapılmasını güçleştirir hatta yok eder. Empati bildiğiniz üzere karşımızdaki insanın yerine kendimizi koymaktır ve yapılması o kadar da zor olmayan bir eylemdir fakat bencillik neredeyse bu basit ama etkili çözüm yolunun önünü tıkar.


Bir diğer ilişki katledici eylem de karşımızdaki insanın düşünce ve duygularını bilmeden, onlarla konuşmadan, sadece sezgisel yöntemlerle onun hislerini anlayıp bir tavır takınmaktır. Karşınızdakini ne kadar tanıdığınızı iddia etseniz bile onun ne düşündüğünü bilmeden ya da konuşmadan karşınızdaki insanı algılayamaz ya da anlayamazsınız, gözle gördüğünüz hiçbir şey ya da, sözler hariç, somut hiçbir tavır, karşınızdakinin size olan hislerini ya da duygularını size tam olarak anlatmaya yetmez. Bu yüzden her neyi konuşmak istiyorsanız ilişkilerinizde açık, net ve dürüst olun. Karşınızdakinin duymak isteyeceği şeyleri söylemek gibi bir zorunluluğunuz da yok üstelik çünkü dürüstlük ve açıklık bu zorunluluğu ortadan kaldırır. Karşınızdakini o an mutsuz etmek uğruna gerçekleri söyleyin, emin olun uzun vadede kazanan siz olacaksınız.


Son olarak bağımlılık kötü şeydir, bunu bilmeyen yok tabi. İnsan kopamıyorum ayrılamıyorum dediği her şeyden bir gün kopmak zorunda kalabilir bu ayrı bir yazı konusudur hatta ama benim burada anlatmaya çalıştığım ilişki bağımlılıklarıdır. Kimi insanlar arkadaşlarına kimileri ailelerine kimileri de sevgililerine bağımlı yaşarlar. Bu yüzden de bu bağımlılık insanlar da iletişim sıkıntılarına yok açar. İletişim sıkıntısı farklı türlerle karşımıza çıkabilir, mesela erkek arkadaşına bağımlı olan bir kız, onun kendisine yaptığı her şeyi sineye çekip alttan alabilir, sanmayın ki bu iyiye işarettir ya da ilişkinin ömrünü uzatır, tam tersi bence ilişki de çok büyük bir eksikliktir. Diğer yandan ailemizi seçme gibi bir lüksümüz yoktur ama öte yandan ailesine aşırı bağlı insanlarda da olgunlaşamama, ya da kendini geliştirememe gibi bir takım davranış bozuklukları ortaya çıkabilir.


Yukarıda yazdığım ilişki bozucu nedenlerin çözülmesinin tek yolu sağlıklı iletişimden geçmektedir. Birbirlerine her zaman açık ve dürüst olan insanların ne korkuları vardır ne de ilişki adına tereddütleri. Karşımızdaki insanı kırmamak adına susmak, ya da kendimizi haklı çıkarmak için sürekli bağırmak, sadece sevdiğimiz insanlara zarar vermez aynı zamanda ilişkileri de bitirme noktasına getirir. Biraz çaresizseniz çare sizsiniz tarzı geyik bir yazı oldu kabul ediyorum ama aslında demek istediğim, ilişkilerinizde problem yaşadığınız şeyleri bir arkadaşınızla paylaşmadan önce kendi değer yargılarınızla ölçüp tartar ve karşınızdaki insanla bu sorunu dürüstçe paylaşırsanız, eminim daha sağlıklı bir ruha ve ilişkiye kavuşursunuz.

19 Mayıs 2009

Koridor futbolu bitmiştir hayatım...

Bu nezih insan topluluğu yazı yazar, vakit verir de ben arka kalır mıyım? Kalmam tabii. Madem atış serbest ve -halkım sağolsun- yazacak malzeme çok, o zaman hoş geliyorum, sefalar getiriyorum haberiniz ola. Korkmuyor da değilim hani yine yazmaya başlamaktan. Son edebi denemelerim beni ÖSS’ye 1 ay kala okuldan atılmakla, hatta savcılığa gönderilmekle burun buruna bıraktığından, biraz mesafeli yaklaşıyorum olaya. Ama o zaman gençtik, yıllar içinde öğrendik ki ne yapmıyormuşuz efendim? Antik Yunan’da yaşıyoruz zannıyla, demokrat havalarında okul müdürünü eleştirirken sınıfımızı ve adımızı da öyle her yere yazmıyormuşuz. Burada suya sabuna dokunmak yok. Yani mutlaka içimdeki “politik” çıkacak meydana ama başlamadaki amaç o değil, rahat olunuz.

Konuya girmeden önce cin okuyucuya bir selam yolluyorum.. “Televizyon mu? Hiç izlemem!” diye ortalıkta dolaşan biri olarak televizyon reklamları üzerinden birşeyler anlatmaya çalışmanın tutarsız olduğunun ben de farkındayım; anlaştık? Öyle pis pis sırıtacaksan baştan vazgeç okumaktan ya da kurcalama işte; arada evde açık oluyor gözüm takılıyor ne yapalım? Geçenlerde yine gözüm takılmış işte. Bir reklam. İzlememiş olanlar için özetleyelim.. Şirin bir Türk ailemiz var, anne yemek pişirmekte, baba oğul koridorda maç yapıyor (İmkanı olup da yapmamış olan varsa bozuşuruz ha!). Annenin canına tak etmiş tabi gürültü, patırtı; evde Exper var, Exper tut oğlum diyor..Exper’i de köpek sanmayın, dizüstü bilgisayar. Exper tutuyor topu olaylar gelişiyor vee o da ne! Reklamın sonunda baba oğul bilgisayarda maç yapıyor, baba da marifetmiş gibi “bundan sonra koridor futbolu bitmiştir hayatım” tarzından laflar ediyor. Buradan, bu ve bunun gibi babalara sesleniyorum. Gelir o bilgisayarı kafanızda kırarım. Ne demek bilgisayar geldi diye koridor futbolu bitmiştir? Başlatma teknolojine, modern hayatına. 22 yaşında bunu demek de komik gelebilir ama eskiden bilgisayar mı varmış?

Modern baba müsveddesinin işine geliyor tabii; daya çocuğa günde iki doz PSP, bir doz Warcraft sen orada neyle ilgilenirsen ilgilen. Ünlü düşünürün dediği gibi, o çocuk olur mu öyle? Olmaz, hayatta olmaz. Bu çocuk ne olur biliyor musun? Bu çocuk ilerde aile kurar çoluk çocuğa karışır, sonra birgün evine aldığı Digitürk’ün reklamına çıkar, “Hayatınızdan Digitürk’ü çıkarsak ne olurdu?” diye soran spikere “Hayatımız karanlığa bürünürdü” der. (Bu reklamı da izlememiş olan varsa bilgilerine. %100 gerçektir bu diyalog. Aile de reklam için toplanmamış, baya kanlı canlı aile anladığım kadarıyla.) Benim gözümde böyle cevap veren adamın soluduğu hava ziyan. Senin hayatın bitmiş, farkında değilsin. Yatmışın karların üstüne, tatlı tatlı uyuyorsun, ölüyorsun ama fark edemiyürsün!! Kimse “aman canım bunlar reklam, ne olacak” demesin. Reklamcı bu zihniyette olabiliyorsa, adam reklamda bile olsa böyle bir cümle kurabiliyorsa korkmak gerek. Ne demek Digitürk yok diye hayatım karanlığa bürünürdü. Senin söyleyecek sözün yok mu, zevk aldığın, eğlendiğin bir meşgalen, dindirecek bir merakın, okuyacak kitabın, gezecek görecek yerin yok mu?

Giriş ve gelişmedeki üslubu bir kenara bırakıp, ciddiyetle yazılacak bir sonucu hakeden bir konu bu benim için. Bulunduğum çeşitli görevlerde, özellikle 90’lı yılların sonları ve sonrasında doğmuş çocukların içinde gözlerini açtıkları ortam nedeniyle, karakterlerinin ve zihinsel gelişimlerinin, artık eskimeye başlayan biz 80’in sonunda, 90’ların başında çocuk olanlardan bile çok çok farklı olduğunu gözlemleme şansım oldu. Gelişmek iyidir güzeldir ama kimse çıkıp 5 yaşında çocuğun bilgisayar oynayarak vakit geçirmesinin, 10 yaşında kızın arkadaşlarıyla mesajlaşarak iletişim kurmasının gelişim olduğunu iddia etmesin. Bu değişiminden faydalanacak olan ne insanlık, ne bu ülke, ne aileler, ne çocukların kendilerdir. Bu değişimlerin yaradığı tek şey giderek derinleşen “düzendir”. Çünkü işaret etmeye çalıştığım bilgisayar, televizyon, cep telefonları gibi gerekliliği dayatmadan ibaret olan birçok yenilik ve “gelişme” insanın en değerli varlığı olan düşünme faaliyeti için kullanılması gereken zamanı çocukların ve gençlerin önlerinden çalmaktadır. Düşünmeyen, sorgulamayan insan da yönlendirilmeye, kullanılmaya, kandırılmaya, sömürülmeye açık, görünmez elin insafına kalmış zavallı bir organizma haline gelmektedir. Sonuç? Evcil hayvanlar sınıfına bir üye daha: 20. yüzyıldan, 21. yüzyıla en büyük miras...Evcil insan...


Bu yazı yeni birşey söylemiyor, sadece benim kalemimden ilk defa çıkıyor. Yine de durup neleri çıkarırsan hayat gerçekten “kararır”, bir düşünmekte fayda var. Tabii düşünecek vaktin varsa. Yoksa, gün gelir sen de çikolata tayını 15 gramdan 30 grama çıktı diye sevinirsin (bkz. 1984, G. Orwell). Ne zaman ki koridor futbolu biter o gün insanlığın çöküşü son fazına girer..


“Politik”, dur oğlum...

18 Mayıs 2009

Yazmak Üzerine

Aslında hiçbir zaman yazma konusunda başarılı bir insan olamadım ama inat için her aklıma geleni yazardım zamanında. Uzun uzadıya da yazar dururdum, çoğunu beğenemedim bir türlü yırttım attım, evet yırttım öyle bir inancım vardı yani sanki biri alacak onları attığım çöpten, okuyup benimle dalga geçecek filan diye… Komik değil mi… bence de komik ama bunları yaparken yanlış anlaşılmasın 10 yaşında değildim bundan 3-4 sene önce filandı sanırım… Ama yazarken mutluydum kelimeler elimden kayıp gidiyordu. Çok az insan bilir hatta defterler sayfalar dolusu yazdım, bir kitap okudum ondan etkilendim yazdım, çok yoğun yaşıyordum hislerimi. Şarkı dinledim yazdım, tanıdıkları gördüm, dostlar edindim yazdım, Günlük gibi değillerdi ama yanlış anlaşılmasın hani kötüydüler ama gerçekten kalbimden geliyorlardı sanki. Yani o zaman öyle hissediyordum. Yazı böyle bir şey işte insan yazdığı şeye bakıp bunları ben mi hissediyorum gerçekten diyor bazen yani en azından ben öyle diyordum her seferinde çok da rahatlıyordum, ama o zamanlar ben en tatlı zamanlarımı yaşıyordum belki de ömrümün. Sorumluluk dediğim şey eve her Pazar gazete, ekmek alıp, okula gitmekten ibaretti, hayal kurmaya, yazı yazmaya, saatlerce şarkılar dinleyip kendimle kalmaya vaktim vardı… Olmasa da yaratırdım ya… Hepimizin olmuştur öyle zamanları eminim, ama hayatın gerçekleri benim yüzüme iki sene çok sert bir şekilde serildi. Hiç gitmeyecekmiş zannettiğim insanı gözlerimin önünde eriyip gitmesini seyrederken buldum kendimi ve sonra onu kaybettim, çok canım acıdı, acımı paylaşmak istediğim tek insan da yanımda yoktu, çok garipti ama atlattım çünkü başka insanlar vardı, başka yerler gördüm kalbimi katılaştırmak için çok zamanım vardı yaptım. Ve sonra geçti o geniş zamanlar. Hatta o kadar geçti ki birkaç geniş zaman daha geçti onun üstünden, o ilk geniş zamanlar da hiç bitmeyecekmiş, dinmeyecekmiş gibi gözüken acı yerini hayata karşı kaldırılmış bir kalkana bıraktı. Bana çok şey kattı acı, yanlış anlamayın acımla ne kendime ne yakınımdakilere acı çektirdim, ben o acıyı o kadar benimsedim ki o dindiğinde ya da dinmese de etkisini daha az hissettirdiğin de ben başka acıları yüreğime sokamadım. Bence kötü de olmadı hayatta her şeyin olabileceğini hepimiz az çok biliriz ama ben bunu yaşadım ve de en garibi ben buna alıştım. Bazılarınız sevgililerinize alışmışsınızdır belki oradan bilirsiniz ya da odanıza, işinize her neyse ben de hayatın her an başka bir maskeyle karşımıza çıkmasına alıştım. Alışkanlıklarla yaşamak en rutinidir hayatın, benim de rutinim bu. Aslında feveran edilecek bir şey yok ortada biliyorum çoğunuzdan güçlüyüm, daha çabuk atlatabilirim, daha çabuk unutabilirim, öyleyim böyleyim ama işin kötü tarafı şu oldu ki; ben artık yazamıyorum. O hayalini kurduğum, abartarak duygularımı ifade ettiğim yazıları yazmaya artık elim gitmiyor, gitse de yazacak bir şey bulamıyorum ben tam tersi olur diye düşünürdüm aslında ama öyle olmuyormuş. Ben katılaştıkça, yüreğime, aklımın sözünü geçirmeye alıştıkça daha edebi eserler ortaya koyacağımı düşünürken bu sefer o dandik yazılarımı bile yazamaz oldum. Sanki ne hissettiğimi algılayabiliyorum artık ne de değer veriyorum hissettiğim duygulara…
Görüldüğü üzere güzel bir sonuç bölümü yazamıyorum burada bitiriyorum yazımı, ayrıca aç parantez, boşluk bırak, ver paragraf tarzı bir üslubu takdir edersiniz ki benimseyemediğim için de ayrıca okuyanlardan özür dilerim

14 Mayıs 2009

Hesaplaşma

-Anathema - Violence -

-00.01-


Gidiyordu... O'na gidiyordu.

Kendini kandırmaktan vazgeçmiş, boğazında düğümlenen sıkıntının kaynağını bilerek. Geçmeyen zamanla hesaplaşmaktan bıkmış, yenilip yenilip dik durmaktan yorularak.

Son bir şanlı başkaldırış!

Yapacağı buydu. Verilmiş sözlere, onu zincirleyen hayatına, bitmeyen gözyaşlarına, sonlanmayan rüyalarına, nefret ettiği ama sığındığı gururuna, nefes aldıran ama bıçaklayan umutlarına, hapsolduğu yoluna, bakmadığı gözlere, yorgun bedenine, gamsız arkadaşlarına, onu anlamayan anlayamayacak olanlara, içinden atamadığı yaraya, zamana, geçmişe, geleceğe, ve kalbine! Bir kazık çakması gerekirken çarpamasına izin verdiği kalbine başkaldıracak.

Zamanı geldi. Bekliyordu, artık beklemesine gerek yok.

- 02.18 -

Gözleri alevli, görmediği gözleri delecek. Hareketleri keskin, kendinden emin, bu gece hata yok! Ayaklarının ucundan saçının tellerine canlı, orada. Karanlıkla savaşıyor, tedirgin değil, korkak değil, heyecanlı değil, ne yaptığını biliyor. Gülüyor, küçümsüyor, aşağılıyor, bunun için çok bekledi! Kalbinin her atışı damarlarında, duygu yok, sezgileri açık. Her hareketi belirli, her mimiği, her bakışı... Bu onun vakti! Yükseliyor, yükseliyor, her saniyeyi yaşayarak, kendi terinin tadını, kendi kokusunu duyarak... Mükemmel!

- 04.55 -


Işıklar yandı, karanlık kayboldu. O orada! Orada olacağını biliyordu...

Sessizlik... Yelkovan durdu. Görüyor gözlerini...

- 05.42 -

Orada, kalabalıkta, iki çift göz başka birşey görmüyor... Öfkesi nerede? Bu değildi yapacağı. Bu değildi uğruna beklediği... Gülümsüyor, çok zaman önceki gibi. Alevler yok gözlerinde, yıldızlara mahsus parıltısı geri geldi. Konuşamaz, dokunamaz, duyamaz. Ama görüyor... Özlediğini... Karmaşa yok, bedeni ve benliği duruldu, o an, o, sadece kendisi... Artık gitmesi gerekiyor, bakışlarını ayırmadan atıyor adımlarını, gözlerinde yazan tek kelimeyi okusun diye. Orada, kalabalıkta, iki çift göz başka birşey görmüyor... İki insan konuşmadan aynı şeyi söylüyor, sadece birbirlerinin duyabileceği bir sesle... "Özlemişim".

Kapıdan çıkıyor.

O gece, uzun zamandan sonra, rüyasız, kabussuz, sadece uyuyacak. Huzurla...


- 10.45 -

03 Mayıs 2009

Sahne ve Işık

Bacaklarım titriyor...

En önde ben, arkamda arkadaşlarım, sahneye çıkmak için sıramızı bekliyoruz. İşte giriş müziğimiz başladı. İlk 2 dörtlükten sonra sahneye gireceğim.

Şimdi!

8 adım atıp, kareografiye başlamalıyım. 1, 2, 3... Tanrım, 5inci adımımda mıyım? 6ıncıda mı? Bir adım daha at, şimdi sağ, doğru adım bu olmalı.

Evet!

Tam zamanında! Uyumumuz bozulmadı. Çok iyi gidiyoruz. Selam ver, kızlar çıkıyor. Artık gülümsemeliyim, salsa başlamak üzere. Yanağım seyiriyor, acaba farkedebiliyorlar mı? Ağzım kurudu.

Eteği çek! Başardım, kırık parmağıma rağmen.

Salsa! Müzik çok yüksek, ama seyircinin sesini duyabiliyorum, çoşkumuzu onlara yansıtmayı başardık. Adımlarım doğru, evet güzelim sıra crossbody'de.

Hayır! Elini belinin arkasından almam gerekiyordu. Panik yapma, çizgimiz doğru mu? Tekrar dön. Tamam. Hareketi yakaladık, kimse farketmedi. Değil mi?

Ön sıradaki kadın bana bakıyor, acaba biraz önceki yanlışımızı farketti mi? Arkadaşının kulağına bişeyler söyledi, gülümsüyorlar. Sanırım farketmediler, sadece beğendiler.

Shine!

Seyirciler ile aramda 3 metre var. Doğrudan onlara bakıyorum, hala gülüyorum, hala yanağım seyiriyor. Tanrım! İkili dönüşü aynı anda yapmayı başardık! Provalarda becerememiştik. İnanamıyorum.

Son senkron. Akrobasi çok yaklaştı. Haydi! Yapabiliriz.

Poz! Alkışlıyorlar, görebiliyorum. Daha bitmedi! Evet, şimdi open, elimi tut. Takla at. Başardık, ters dön, bir tane daha. Evet! Şimdi.

Final! 7 çift, aynı anda.

Nefes nefeseyim, göğsüm gömleğimi yırtacak sanki. Partnerime bakıyorum, o da seyirciye bakıyor. İnsanlar ayaklanmış, alkışlıyorlar. Arka taraflar karanlık, insanları göremiyorum ama onlara bakıyorum, sesleri kulaklarımda. Hepberaber selam veriyoruz. Yanağım seyirmeden gülüyorum. Sahneden ayrılıyoruz, kulis, insanlar tebrik ediyor. Bizden sonra çıkıcak dansçılar.

-Geçmiş olsun.
-Kolay gelsin.

Kulisten çıkıyoruz, tango grubumuz. Bağırıyorlar, herkes bize sarılıyor.

-İnanılmazdınız.
-Abi süperdi.
-Seyirciler delirdi.

Biraz önce nasıl dansettik? Hatırlayamıyorum. Ama gülüyorum.

01 Mayıs 2009

5 Haftada 8 Kilo Vermek İstemez Miydiniz?

Yaz günleri gelip geçene kadar her yerde göreceğimiz bu başlık; siz şuan bu satırları okurken bir gazetenin arka kapak güzelinin hemen altında yada ciddi haberleri olan, ciddi adamların sunduğu, had safhada ciddi haber bültenlerinin hayvanlar alemi haberlerinden hemen önce kendine bir yer bulmuş olacak … “O istediğiniz bikiniyi giymeniz için kilo vermenin sırları”… “ Plajda karın kaslarınızla boy göstermeniz için sabahları yapmanız gereken 3 küçük egzersiz”… Hazır olun her şey yeniden başlıyor…

Şimdi bununla ilgili yazı yazmakta nerden çıktı diye düşünebilirsiniz; merak etmeyin buradan yaza hazırlık tüyoları verecek halim yok… Zaten benim ilgilendiğim kısım bu başlıklardan ziyade o hazırlandığımız yazın geliş kısmı…

Tanıyanlar bilir; mevsimler, aylar, hava durumu, gün, saat, gibi insanların haberdar olup sıklıkla kullandığı kavramlara pek yakın bir insan olamadım hiçbir zaman. Bir hayli derin olan saat algımın yamukluğu meselesine pek girmek istemiyorum hali hazırda dallanıp budaklanan bu yazıda. Ama durumun vahametini anlatmak için “bugün günlerden ne?” , “hangi aydayız” , “ gene yağmur yağarken ne biçim giyinmişim! Ya sahi biz bu mevsimde ne giyiyorduk ki?” cümleleriyle günlerimi geçirdiğimi söylemem yeterli olur sanırım. Yahu bir insan arabayı kırk yılda bir yıkatıp ta her seferinde yağmurun yağacağa düne denk getirmeyi başarır mı? Hiç mi buluttan havadan anlamaz efendim?... Ne diyeyim olmayınca olmuyor…

Sözün kısası ben şuana kadar yaz gelmiş kış geçmiş hiç fark etmeden yaşadım… Ama dedim ya şuana kadar diye; bu gün farklı bir şey oldu… Bu kez ben; ağaçlar, çiçekler, böcekler, arılar, kuşlar, ve en önemlisi etrafımdaki insanlarla beraber yazın gelmek üzere olduğunu zamanında fark etmeyi başardım… Ve buna “ufak olmamış erikler” , “göbeğinden kurtulmaya çalışan birkaç adam” ve “Fenerbahçe’nin sahili” vesile oldu…

Şöyle ki, her şey annemin sofraya olmamış o küçük erikleri akşam yemeğinin ardından getirmesiyle başladı… Ardından spor salonuna gittiğimde kış vakti ortalarda olmayan göbekli ağabeylerimizi, kasına kas katmak isteyen kardeşlerimi, ve hayallerindeki bikiniye sığmak için ter döken hanım kızlarımızı gördüm… Salondan çıkıp her daim gittiğim Fenerbahçe’ye vardığımda ise her şey apaçık ortadaydı… Sahile masalar kurulmuş insanlar bahçede oturmuşlardı…. O anda anladım yaz geliyordu….

Benim için zor olan işin bu fark etme kısmı sizin için pek önemli sayılmıyor elbette ama hepimiz için zor olan bölüm asıl şimdi başlıyor…

Mevsimlerin içinde en fazla özen ve emek isteyeni geliyor … Öyle kışa benzemez bu mevsim… Kışın insanlar hep meşguldürler… Üstlerinde kalın montlar; boynu, başı sarılı tipler önlerine bakarak hızlı adımlarla bir yere yetişmeye çalışırlar… O sırada etrafta olup bitene pek aldırış etmezler… Son bahar: anıları yad edip yazın bitişine mi üzüleyim yoksa onca işin gücün arasına mı dalayım ikilemiyle hızlı ve az biraz depresif biçimde geçerken bahar tam bir sarhoşluk dönemidir… Havalar hafif ısınınca insanları manasız bir mutluluk kaplar… Ama yaz öylemidir! Baharda soğuk havalardan kurtulduğuna sevinen bünye yaz gelmesiyle iyiden iyiye sıcağa alışmıştır. O şükran duygusu geçip gitmiştir yazın gelmesiyle… O manasız mutluluk yerini bilincli mutluluk arayışına bırakır. İnsanlar yazlarını güler yüzle geçirmeye odaklanırlar...

İşte sözün önemli kısmı şudur ki: - evet bende kabul ediyorum bundan önce okuduğunuz bölüm bir hayli gereksizdi - herkeslerin daha bir güzel daha bir yakışıklı olması gereken, mutlaka deniz kenarında bir yere tatile gidilmesi ve mümkünse oradan bir yaz aşkı edinilmesi elzem olan mevsim yaklaşmıştır efendim bilgilerinize arz ederim. Kimileri sever kimisi sevmez; ben karışmam ama tavsiyem odur ki hazırlıklı olun yaz kapıda… İlk kez zamanında fark etmişken paylaşayım dedim sonradan demedi demeyin…


Bu kadar mevsimlerden bahsedip ilk okul hayatımız boyunca duvarımızı süsleyen mevsimler panosunu anmadan edemezdim… Hemen buraya kondurdum bir tanesini...Özlemişim…


Şimdikiler biraz daha modern o eski tat yok gibi ama idare edicez…

Tekrar görüşmek dileğiyle... Sağlıcakla Kalın...

25 Nisan 2009

Beklemek.. ama neyi?

Yazmak istediğimi farkettim, çünkü çok düşünüp, düşündüklerimin uçuşmasına izin veriyordum. Aslında bir süre böylesi daha iyi demiştim, o anın hisleri, o anda kalmalı. Ama bazen de o anın hisleri hatırlanmalı, çünkü klişesel biçimde akan zaman, sürüklüyor o anları.

Bir diğer çekince ise aklımdan geçenleri gerçekten paylaşmak isteyip istemediğimdi. Her birşeyin paylaşıldığı, ortada olduğu şu vakitte, aklımdakiler en azından bana kalmalıydı. Çünkü bazen bilirsin ki ne kadar yakın da olsa dostların, paylaşmaya çalıştıklarına çok uzaktırlar. Sonra dedim korkma, kontrol nasıl olsa sende, neyin sende saklı kalmasına karar veremiyorsan zaten hiç düşünme, hiç yazma.

İşte böyle dahil oldum bu maceraya, bu günlüğe. Birkaç dost, hayatı paylaşırken, biraz günü geldiğinde geçmişi hatırlamak, biraz da başkalarına (eğer alakadar olurlarsa) neler yaptıklarını anlatmaya karar verdi. Tembel olduklarını bildiklerinden de haftada bir yazalım dediler. Pek yaratıcı olmadıklarını öğrendiklerinde iş işten geçmişti ama, bu ortak günlüğe isim bulunmuştu: 168 saat, yada 7x24. Ha bu arada, evet karizmatik 3. çoğul şahısları uzakta aramanıza gerek yok, onlar bizleriz.

Gelelim bu hafta benim aklımdakilere, beni dersleri dinlemekten alıkoyan, gerekli gereksiz oldukları tartışılır fikirlere.

Sizi bilmem ama ben beklediğimi farkettim. Neyi bekliyorsun sorusunun cevabı ise acı idi: Üniversitenin bitmesini. Bir insan nasıl üniversitenin bitmesini bekleyebilirdi ki? En güzel anıların yaratıldığı, gelecekte illaki yad edilecek günler üniversite günleri değil miydi? Ben bir süre için bunları unutmuşum, bir takım sıkıntıların gölgesine saklanıp günlerin geçmesini beklemişim. Sanırım aklımın başıma gelmesini geciktiren, arkasına saklandığım gölgeyi iyice karartan bulutlarmış. Kış sürüp giderken ve kalın bulutların arasından güneş bana kendini bir türlü göstermezken, ben de kabuğumdan kafamı çıkartmaya üşenmişim, ama meğerse hep kaybetmişim.

Geçen gün yeterince güneş ışığı vardı, veya kırılan parmağımın acısı beni hapsolduğum efsundan kurtardı, hangisiydi şu an bilemiyorum. Ama haftada bir önemi duyarlı yurttaşlar tarafından e-postalarda bize anlatılan "en değerli kaynak" zamanın geçip gittiğini, benimse zamanın sismografik kaydına düz bir çizgi bıraktığımı farkettim. Olmayan para, sıkıcı dersler, çatırdamış aile veya boş bir kalp.. Mazeret arayan insanın, ürecetek çok tamlaması var. Harekete geçmek isteyen insanın ise sadece biraz cesarete ihtiyacı var. Bir kış boyunca biriktirdiğimiz cesaretimizi ise dünyaya karşı isyan etmeye değil kendimize bir tokat atmaya kullanacağız. Çünkü biliyoruz ki (bilmiyorsanız doğru yerdesiniz) bizi sınırlayabilecek tek varlık yine biz, yani ben, yani sen.

Kendine karşı çıkmak en zoru, kendini sorumlu tutmak ise imkansız. Son zamanlarda en favori cümlelerimden biri "benim dışımda gelişen sorunların etkisindeyim" ehh doğru.. ama anlamsız. Benim dışımda gelişen sorunların etkisinde olmayabilirim de, eğer istersem. Sizi bilmem ama (bu arada merhaba sevgili okurlar, selam etmek için garip bir yer olabilir ama ben parantez aralarını severim, küçük birer kaçamak..) ben artık beklemeyeceğim, nefes aldığım sürece, depremler, sarsıntılar kaydedeceğim. 3 liraya dostlarımla çay içip, hoşladığım kıza beyoğlunda bir tur gezinti ısmarlayacağım. Ve yaşayacağım.

Gençlikte böyle gaza gelmeler olur diyorsunuz, gaza gelirsin ve sonra sönersin. Ehh, biz de biraz gördük geçirdik ve sönmemek için birbirimizi dürtmeyi öğrendik. İşte şu anda bakındığınız kara sayfa da bizim el ele inşa ettiğimiz dürttürgeçimiz. Bir şekilde yaşamayı becermekten vazgeçmeyen insanların bloguna hoşgeldiniz.